Siyaset
Sis denizinde amaçsızca dolaşan adam...
Damda, yatağımın üzerinde Malaga’da küçük bir tablo haline getirilmiş Picasso çizimi bir barış güvercinim vardır.
Onun hemen sağ yamacında Alman romantik ressam Caspar David Friedrich’in “Sis Denizinde Amaçsızca Dolaşan Adam” isimli eserinin bir kopyası bulunur. Friedrich’in eserini duvarıma astığımdan beri -ki yaklaşık üç sene olmuştur- bu resme gözlerim dalar zaman zaman. İşte bu üç senedir odama doğru giden koridora adımını atan herkesin, evin farklı kısımlarına geçerken bu resme gözlerinin ucuyla bir bakmalarını istemişimdir hep içten içe. İnsanlara Friedrich’in ne düşündürdüğü, resmin benim için ne anlam ifade ettiği kadar önemlidir.
Tabloda saçları Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’inin saçlarını andıran genç bir adam, uçurumun kenarında sırtı dönük bir biçimde durmaktadır. Yeşile çalan bir paltosu, sağ elinde bir bastonu vardır. Sis örtüsüyle kaplı bir manzarayı seyre dalmıştır.
Adam amaçsızca, boş gözlerle mi bakmaktadır manzaraya? İçini sis denizinin kasveti mi kaplamıştır bu gencin? Yoksa belirsiz bir geleceği mi düşlemektedir? Kendisinin bu sonsuz manzara içerisindeki önemsizliğini mi düşünür? Yoksa manzarada umudu mu aramaktadır?
Özellikle romantik stilin tablodaki yansımaları üzerinden bu eser, belki de onlarca farklı şekilde yorumlanabilir. Ama ben böyle bir düzlem üzerinden uzun uzun yorum yapma hakkını kendimde görmüyorum. Nitekim bu stil üzerine olan bilgim oldukça sınırlı, Friedrich’i ise neredeyse hiç tanımam. Ancak bir siyaset bilimi öğrencisi olarak tablonun bana anımsattığı farklı tarihsel süreçleri ifade etmemin tablonun değerine bir halel getirmeyeceği umudundayım aynı zamanda. Bu farklı süreçlerin başındaysa Haziran geliyor benim için.
Birkaç ağacın yerinden sökülmesini önlemek için bir avuç insanın katıldığı küçük bir çevreci direnişin kısa zamanda ulusal ve evrensel çapta bir fenomen haline gelişini hep birlikte gözlemledik. 1871 Paris’inde zulüm, emekçi kitlelerin ayağa kalkmasını, aydınlığa yürümesini tetiklemişti. Tarih, Haziran’a değin geçen 142 yılda bazı esasların insanlık için olan değerini değiştiremedi. Hâkim ideolojik iklim nasıl olursa olsundu. İnsanlığın buyurganlığa, despotizme yanıtı Haziran 2013’te de sert olmuştu. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dönem başlıyordu.
Kırmızılı kadınlar, Talcid adamlar, elindeki Türk bayrağıyla direnen tekerlekli sandalyedeki “çapulcu”lar ile bir TOMA’nın hiddetine karşı gitar çalan gençler vardı köşe başlarında. Onların berisinde siyahlı kadınlar, “Her yer Taksim her yer direniş” haykırışlarıyla barikatta o gazın, dumanın altında sigarasını sarmaya çalışıp duran adamlar, polisin copuna karşı kitap okuyan gençler... İkonlar barındırdıkları siyasi anlamlarla ülkenin dört bir yanında sis denizinde boğulmaktan kurtulan, belki de kurtulmak zorunda kalan milyonları ayaklandırdı. Öfkeli uzun adamdan artık sıkılanlar seslerini yükseltti.
ÖRGÜTLÜ BİR HALKI HİÇBİR KUVVET YENEMEZ!
Bülent Ortaçgil’in “Bu Şarkılar Adam Olmaz” diye bir şarkısı var. Şarkının bir dizesinde Fikret Kızılok’a atfen “Sözümüz bitince Nazım’a sığınamadık” cümlesi yer alıyor. Halbuki Nazım ne güzel bir limandır, sözlerin bitmesine ne hacet! Üstada kulak verelim. Çünkü onun en yalın ifadesiyle biz “ateşi ve ihaneti gördük.”
Özgürlüğü için, ülkesinin bağımsızlığı için mücadele verenlerin isyan ateşi gözlerimizin önündeydi işte. Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi Bey’in kendini özgürlüğü için Prester sırtlarına vurmuş geyiği de oradaydı. Biz direndik, günlerce direndik. Hürriyetimiz için, değerlerimize vurulan prangalar için, insanlık için...
Ve ihaneti gördük. “Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.” Yalanlardan ve iftiralardan tiksindik, utanmazları gördükçe hiddetlendik. Hiddetimiz bizi örgütledi. Örgütlenmiş bir halkın manasını Latin Amerikalı devrimcilerden öğrendik. “Halkın ekmeğidir adalet” demeyi Brecht’ten, “Ya istiklal ya ölüm!” demeyi Mustafa Kemal’den öğrendik. Bir şeyi öğrenemedik, anlayamadık: Utanç verici karanlıkları içerisinde boğulmaya yüz tutanların amaçlarını, “Gezi’de darbeyi görenlerin” ise ne kadar alçaldıklarını.
Canlarımızı aldılar, yılmadık. Sis denizinde kaybolmadık. Yaşamın temel değerlerine tutunduk, direndik. Yoldaşımız, dostumuz Abdullah Cömert’i yitirdik. Ali İsmail’i, Mehmet’i, Ethem’i ve Ahmet’i bu yolda kaybettik. “Halkın ekmeğidir adalet” demeyi öğrenmiştik ya Brecht’ten, işte kara kabuklu, katıksız adalete son vermeyi, “Dura dura bayatlayan adalet yeter!” demeyi de öğrendik ondan. Ondan ve Berkin’den...
Gezi’nin yıldönümünde verdikleri mücadele için şehit düşenleri anmadan önümüze bakamayız. Onların kararlılığıdır, bizim mücadeleye sımsıkı sarılmamıza sebep olan... Bütün açıklığıyla ateşi ve ihaneti görebiliyorsak, sebebi onlardır. Sis denizinde amaçsızca dolaşmaya son vermiş ve ufukta aydınlık geleceği görebilmişsek, yüksek dağların tepelerinde umudu yakalayabilmişsek bu, onların eseridir.
Berkinlerin avuçlarımızın arasından yitip gitmemesi için ateşin kararlılığı ve azmini örgütlemek, cepheyi örmek ellerimizdedir. Latin Amerikalı devrimcileri tekrar dinleyelim. Gezi ruhunun başarı kıstası onların o sözünün derinliklerinde yatıyor:
Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!
Boğaziçi TGB Kampüs Sekreteri
Mert Can YILMAZ - 01 Haziran 2015 - Aydınlık
- Ayrıntılar
- Kategori: siyaset
- 11 Ağustos 2017 tarihinde oluşturuldu